default_mobilelogo

Tatilimizin 3. ve son gününde akşam uçağımız olduğu için, yakında ancak görmediğimiz bir yerlere gitmek istedik ve tercih hakkımızı Urla’dan yana kullandık. Biz malum Mart ayının ilk haftası gittiğimiz için ıssızdı ancak yinede güzeldi… 

 

Gitmeden önceki araştırmalarıma göre en lezzetli karidesler ve kalamarlar Urla’da yenirmiş… Ancak değil yemek yiyecek yer bulmak, çay içmek için bile sadece tek bir yer açıktı… Biz de yemek planını bir dahaki sefere erteleyip gelmişken etrafı gezelim dedik…

Urla coğrafi konumu itibari ile İzmir-Çeşme yolu üzerin'de..


İzmir Üçkuyular’dan bindiğimiz Urla minibüsleri ( kişi başı 4 TL) önce Urla merkeze gidip (Urla merkezi denize 5 km mesafede), İskele denilen sahil kısmına geliyor. Biz sırtımızda sırt çantaları elimizde fotoğraf makinemiz ile başladık yürümeye… Hava biraz rüzgarlı olması rağmen soğuk değildi şansımıza… Aslında ilk kez gitmemize rağmen görmek istediğimiz yerleri göremedik, hem bütün esnaf neredeyse kapalıydı, hem sokaklarda kimsecikler yoktu hem de evlerin büyük kısmı sanırım yazlık olarak kullanılmasından dolayı kapalıydı. Bütün bunlara rağmen tam benlikti… Sıcaktan bayılmadan, kalabalıktan sıkılmadan gezdik boş Urla sokaklarında, bol bol fotoğraf çekerek…


Urla Kaymakamlık verilerine göre nüfusun % 50 sinin çiftçilikle uğraştığı, İzmir’e uzaklığı 35 km olan, yüzölçümü 700 km2 olan 16 köyünde yaklaşık 50.000 kişinin yaşadığı küçük, sakin bir EGE kasabasıdır. Yakınında bulunan Çeşme, Alaçatı gibi bir ün kazanmamış ancak halkının bundan şikayet etmediği, her geçen gün büyük şehirlerden sıkılmış insanların yerleştiği huzur veren bir kasaba…


Urla; temiz havası, doğal yaşamı, taze meyve ve sebzeleri ile taze çeşit çeşit şifalı otları ile ve en önemlisi lezzetli balıkları ile, nefes almak ve yenilenmek için harika bir tercih.


Öğrendik ki; sabahları açık arttırma ile satılan bütün deniz ürünleri, Çeşmealtı sahillerinde yerli balıkçılar tarafından avlanıyormuş… Yani dilediğiniz kadar midye, kalamar, karides, balık yiyebilirsiniz, hem de bir çok sahil kasabasından daha uygun fiyata…


Ayrıca mevsiminde gelme fırsatı bulursanız, Tarihi Urla Katmercisi’ne ve Eski Pazaryeri Dönercisi’ne mutlaka uğrayın…


İskele’nin sağ tarafına baktığınızda 2000 yıllık eski bir gemi ve arkasında ince bir yol ile karaya bağlanmış bir ada göreceksiniz.


İskele sakinlerinin söylediklerine göre Karantina adasında bir hastane, bir otel ve yazları açılan küçük birkaç cafe varmış… Yani dolaylı olarak boşuna gitmeyin dediler  Bizde adayı uzaktan izlemekle yetindik üzülerek… Ancak sonradan yaptığım araştırmalara göre Karantina adası ‘bir hastane var2 denecek kadar basit bir yer değil… Yüzyıllar önceden kalma, gerçekten yabancı gemilerin ve yolcuların karantinaya alındığı ve bu kapsamda bir karantina hastanesinin hala ayakta bulunduğu Dünyanın son örneklerinden… Ayrıca Karantina adasına giden yol kenarlarında (uzaktan da görülebilen) kalıntılar ‘İyonya Krallığı’ndan kalma ve kazı çalışmalarının hala devam ettiği bir bölge…  


Not: Ağustos ayının ortalarında ‘Bağ Bozumu Şenliği’ yapılıyormuş, fırsatınız olursa gezinizi bu tarihlere getirmekte fayda var…

 

Bölge hakkında ayrıntılı bilgi aşağıda yer almaktadır merak edenler için…
 

İzmir’in Urla İlçesi’nde yer alan Karantina Adası’dır… 19. yüzyılın başında birçok ülkede kurulan karantina bölgelerinden bugüne kadar tüm techizatıyla sağlam kalan tek yer Urla’da bulunan bu Karantina Adası’ndaki tarihî tahaffuzhânedir.


1865 senesinde Osmanlılar tarafından Fransızlara yaptırılan bu tahaffuzhâne, yıllara meydan okurcasına, sapasağlam hala ayakta durmayı başarmış nadir tarihî mekânlarımızdan biri… İlk kez 1865 senesinde, gemilerle adaya getirilen ve bulaşıcı hastalık riski taşıyan yolcuları misafir eden kurum, 1950 senesine kadar bu ev sahipliğini sürdürmüştür…


Bu tahaffuzhânedeki günlük çalışma usulü şöyle işliyordu: İlk önce karantinaya alınacak gemi ada açıklarına yanaşıyor, gemideki yolcular ve kullandıkları eşyaları kayıklarla adaya çıkarılıyordu. Bu sürecin ardından, yolcuların, eşyaların ve geminin dezenfekte edilmesi işlemi başlıyordu…
Karantina Adası’ndaki bu tahaffuzhâneye getirilen yolcular binaya sırayla alınıyor ve kendilerine tahsis edilen odalarda paravanlarla ayrılmış bölümlerde elbiselerini çıkarıp yine kendilerine verilen filelere elbiselerini koyuyorlardı. Filelere konulan elbiseler yolcuların bulunduğu odalardaki 360 derece dönebilen dolaplar yardımıyla yıkama kazanlarının bulunduğu diğer odaya aktarılıyordu. Bu aşamadan sonra yolcular kendilerine verilen sabun, takunya ve peştamallarla beraber temizlenmek üzere tahaffuzhânenin banyo kısmına geçerek ilaçlı sularla burada banyo yapıp dezenfekte oluyorlardı. Sonrasında mikroplarından dezenfekte olmuş yolcular bekleme salonuna geçerek burada 360 derece dönen dolaplar yardımıyla diğer tarafta 110 derecede yıkanmış ve mikroplardan dezenfekte olmuş elbiselerini alarak giyiniyorlardı. Bu işlemin ardından son kez doktor kontrolünden geçen yolculardan sağlıklı olanlar yollarına devam edebiliyorlardı.
Bulaşıcı hastalık taşıyan yolcular ise adada bulunan hastanede karantina altına alınıyordu. Hasta iyileşene kadar burada kalmak zorundaydı. Bu süreçte hastanede ölen hastalar da adanın arka kısmında bulunan mezarlığa defnediliyordu…


Özellikle Osmanlı toprakları üzerinden hacca gidecek diğer ülke mensupları ve hacdan dönen hacılar bu süreçten geçmek zorundaydılar. Bu yolla bulaşıcı hastalıkların önüne geçmek o dönem şartları içerisinde mümkün olabilmiştir…


Bu tahaffuzhânenin icra ettiği görev dönemi içerisinde düşünüldüğünde, Osmanlının temizliğe ve sağlığa verdiği önem bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır. Temizlik ve sağlık ecdadımız için her konunun çok önünde bir mesele olarak algılanmış ve temizlik imanî bir esas olarak görülmüştür…
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bu tahaffuzhâne günümüzde yıllara meydan okurcasına hala dimdik ayakta… Bu tarihî mekânın, ben daha ölmedim, ayaktayım ve daha yapacak çok iş var, şeklindeki fısıltısına eminim ki, adayı gezdiğinizde sizler de kulak vereceksiniz…


Kültür Bakanlığı bu tarihî tahaffuzhâne ile ilgili henüz bir çalışma başlatmış değil. Umuyoruz ki, ecdadımızın dünyaya miras bıraktığı bu mekânlar geleneği içinde yaşatılır ve geleceğe taşınır… Zira mekânlar ve özellikle de tarihî mekânlar insanla vardır ve yine ifade etmek isterim ki, tarihî mekânlar dört duvar arasına hapsedilerek değil, ruhuna uygun kullanılarak muhafaza edilip geleceğe taşınabilir…
(Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zülfikar Bayraktar | Gediz Üniversitesi, Edebiyat Bölümü Öğretim Üyesi)